KİTAP TAHLİLLERİ

TAHA ABDURRAHMAN'IN
"DİNİN RUHU"
KİTABININ "ÖNSÖZ"
BÖLÜMÜNÜNDEN ALINTI
ÖN SÖZ
Günümüzdeki insanın durumunu ne zaman etraflıca düşünsem ve konuyla ilgili derinlemesine kafa yorsam insandan daha unutkan bir varlığın olmadığı kanaatim daha da kökleşir. Bu doğrultuda insanı tarif etmek bana bırakılsaydı ben onu unuttuğunu unutan varlık şeklinde tanımlardım. İnsan kelimesinin nereden türemiş olduğu hakkındaki kanaatimi ise [yakınlık ve alışkanlık anlamındaki] üns kökü yerine [unutmak anlamındaki] nisyan kökünden yana kullanırdım. İnsan kelimesinin türediği kökün üns olduğu doğru olsa bile -insanın unutma özelliğinin daimi olması nedeniyle- yine de bunun, gerçekte unutmaması gerekeni ona unutturacak bir ünsiyet olduğu kanaatindeyim. Çünkü insan, yaratma ve rızık verme bakımından gerçekte hiçbir gücünün olmadığını ona hatırlatan ne varsa unutur; üst üste karanlıklar içerisinde olduğunu, daha başında, yokluğun karanlığında ve nihayetinde hislerinin karanlığında olduğunu unutur. Bedeninin hiçbir zerresini, ruhunun hiçbir esintisini kendisinin yaratmamış olduğunu unutur. Her biri yek diğerinden daha ağır yoksunluklar içerisinde olduğunu, daha başlangıçta, ışıktan yoksunken, nihayetinde bilgiden yoksunluğunu unutur. Gözüne görmesini, kulağına işitmesini ve diline konuşmasını kendisinin vermediğini unutur. Aslında insan bunun gerisinde ve ötesinde ne varsa unutur. Nihayet unutma onun için tek hatırlanan şey olur. Halbuki onu unutmayan, ondan bir an bile habersiz ve uzak olmayan ve her daim insanın kendi benliğinden dahi ona yakın olan, dahası onunla kalbi arasına gireni unutmaktan daha ağır bir unutkanlık var mıdır?
Mademki unutma ya da nisyan, insanın sınandığı ilk imtihandır1 ve zamane insanı olabildiğince ısrarlı bir şekilde unutmaktan vazgeçmemektedir, o halde belki de insanın önünde gerçekleşen şeyler, olması gerekenin tam tersi istikamette olmalıydı. Ne var ki insan sürekli bir unutma hali içerisinde olduğu halde bile etrafta olup biten ne varsa sürekli olarak onu, hatırlamaya zorlamaktadır.
Hal böyleyken insana ne olmaktadır da varlıkların ya da akledilebilir olan ma'kulatın en yüce olanına dair insanın tavrı, onu en düşük mertebede görmek olurken, varlıkların ya da ma 'kUlatın en düşük mertebede olanını ise en yükseğe yerleştirme cüretini kendinde bulabilmektedir? Nihayetinde insanın unutkanlığı o dereceye ulaşmıştır ki hakkı batıl, batılı hak şeklinde ters yüz etmekte, hayrı şer, şerri hayır yapabilmektedir. Bununla da kalmaz insan, muhteşem aforizmalar icat etmek, kesin postulatlar ortaya atmak, büyük önermeler ve iddialı tezler ileri sürmek suretiyle hak ilan ettiği batıla; iyilik saydığı kötülüğe- teorik kılıflar bulup durur. Böylece o kendisine, varoluş ve işleyişe dair tek yasası, unutmaktan ibaret olan kurgusal bir dünya inşa eder:
Unutmalısın nereden geldiğini ve nereye doğru seyrüsefer ettiğini. .. hayatının ölüm ile kayıtlı olduğunu, nasıl başlamışsan bir de bunun dönüşünün bulunduğunu... Unutmalısın hatırlanmaya ilk layık olanın kim olduğunu, ne vakit unutsan hatırasını bulduğunu, unutmalısın onu ... Dileseydi aklından çıkmayacaktı. .. ve unutmalısın unuttuğunda, onsuz, yokluklara mahkum olduğunu ... Nihayet unutmalısın ona kavuşacağın ve sana "Neden unuttun?" diye soracağı anı ... Meğer unutmayan insan, unutulmaya ne kadar da müstahakmış! Öyle ki unutmayan insan, alıp başını gitmek isteyen bir yabancıymış yahut hastalığı yüzünden mutlak bekayı arzulayan bir hastaymış. Meğer bu dünya, sadece gözünün gördüğünü hatırlayan yatay boyutlu insanın (insan-ı ufuki) yurduymuş. Bu dünyanın, gözlerin göremediği, fakat basiret [ve kalp gözünün] gördüğü şeyleri hatırasında saklayan dikey boyutlu insana (insan-ı amudi) hiç tahammülü yokmuş.
Durum her ne olursa olsun unutmanın şaşkınlığı içinde debelenmektense hatırlamanın deruni varlığı daha iyidir. Çünkü varlığın aydınlığı ve nuru, yokluğun karanlığına tercih edilir. Hatırlama varlıktır, unutma ise yokluktur. Dikey boyutlu insan, -uzay boşluğu mekan boyutundan daha geniş olduğu için- yatay boyutlu insana göre daha geniş bir varlığa sahiptir.
Peki, asla kendi için bir alternatifi düşünülemeyecek şekilde yaşayanların kalplerine tüm değerleri, önermeleri, hükümleri ve iddiaları ile çöreklenmiş, hiç kimseyi ıskalamayacak nihai bir yazgıymışçasına kendi akışı içinde pasifleşmiş ve kaderine boyun eğmiş bu unutkan dünyadan sıyrılmanın hiç mi yolu yoktur?
Nihayetinde yatay boyutlu dünya kendi iktidarı ile mağrur ve aldanmış olarak unutup durduğu ne varsa asla unutmayacak olan bir başka dünyanın bizatihi karşılığı olarak gelmiştir. Bu itibarla bu alemin unuttuklarını unutmayacak alternatif bir dünya pekala inşa edilebilir. Bu alem ise dikey boyutlu insanı barındıracak, hatırlayan bir dünya olacaktır. Çünkü unutan her dünyanın, bu unutkanlığını bertaraf edecek alternatifi bir dünya her zaman vardır.
Bu dünyanın başına gelen ve onun modernite ile olan tarihini şekillendiren en büyük unutmanın, yatay boyutlu insanı, yaratıcısını hakkıyla takdir edemeyecek hale getiren çift yönlü bir unutma olduğu gerçeğinin üstü asla örtülemez. Çünkü insan (bireysel ve sosyal yaşantısındaki pratiklerin bir ifadesi olan) kamu yönetiminin ve ibadetin, kendi hayatında olabildiğince canlı bir şekilde ve iç içe olduğunu unutmuştur. Halbuki insan (dünyevi işleri ile ilgili) (kamusal ve siyasi) uygulamalarında o ölçüde ibadet etmektedir ve ne zaman ibadet etse o ölçüde (kamusal alanla ilgili) bir fiilinin icrasındadır. Gel gör ki kamu yönetimi ve siyaset pratiği (tedbir) ve ibadet insan nezdinde zıt ve farklı iki şeye dönüşmüştür. Buna göre ibadet ancak insan boyun eğdiği ölçüde gerçekleşir. Buna mukabil kamu yönetimi ve siyaset pratiği egemenliğin var olmasına bağlanmıştır. Böylece boyun eğme ve egemenlik asla bir araya gelemez.
Halbuki ilahi egemenliğe bağlı yönetim pratiği ya da tedbir-i ilahi ile insanın siyaset ve kamu yönetimine ilişkin uygulama ve pratikleri insan hayatında gerçekten tam bir bütünlük içindedir. Tanrı ne zaman bir şeyi takdir ve tedbiri ile tahakkuk ettirse, insan bu tanrısal icraata katılmış olur ve insan ne zaman bir şey gerçekleştirse Tanrı bunu (takdir ve tedbiri ile) gerçekleştirmiş olur. Ne var ki [ilahi egemenliği ifade eden] ilahi tasarruf ve idare ile [insanın uygulama pratikleri şeklinde tezahür eden] insani siyaset ve kamu yönetimi insan nezdinde birbirine zıt ve farklı iki şeye dönüşmüştür.
Yatay boyutlu insan, dikey boyutlu hafızasını kaybedince kendi egemenliğini ve Allah'a kul olmamayı tercih etmiş, yaratıcıya olan kulluk ve ibadetin insanın hemcinsine yaptığı kulluktan farklı olduğunu idrak edememiştir. Oysa insanın kendi yaratıcısına olan kulluğu gerçekte ona tüm eylem ve pratiklerinde olabildiğince genişlik ve yetkinlik kazandırmaktadır. Aynı şekilde insan, yaratıcısının kendisi üzerindeki egemenliğinin, bir insanın hemcinsi üzerindeki egemenliğinden farklı olduğunu anlayamamıştır. Zira bir insanın kendisi gibi başka bir insan üzerindeki egemenliği, insanın özgürlüğünü kısıtlayıp gasp ederken, yaratıcının insan üzerindeki egemenliği, insanın özgürlüğünü olabildiğince artırmaktadır.
O zaman, yatay boyutlu insanda peş peşe meydana gelen her bir unutma, bir diğerini gerektirecek şekilde öyle bir boyuta ulaşmıştır ki artık insan kendisinin yaratılmış bir varlık olduğunu, boş yere yaratılmadığını ve hiç ummadığı anda eceli gelip çattığında kesin bir yokluğa mahkum olmayacağını hatırlamamaktadır. Ah keşke bir kere unutsa da bu unutması ile kalsaydı! Ama nerede, o kendisi unuttuğu gibi kendi dışındaki unutanları gördüğünden, ne kadar unutmaya yönelik -teşvik edici ya da caydırıcı- vasıta varsa bunları kullanır, gece gündüz kendini ve başkalarını aldatıp durur. Nihayet hiç hakkı olmadığı halde haya edip yüzü kızarmadan, kendi şahsi alanı dışında dahi Allah'ın adının anılmasına onun ululuğunun ve büyüklüğünün ifade edilmesine katlanamaz. İyi ya da kötü günde, kalbinde Allah'tan başkasına yer vermeyen biri, Rabbine duyduğu muhabbetin coşkusuyla "la ilahe illallah" veya ''.Allahu ekber" diye mırıldansa unutan insan, tüm insanlığa gözü kara savaş ilan etmiş olan ve insanlığı önü alınamaz bir felakete mahkum eden bu kökten dinciliğin tehditlerine pabuç bırakılmaması için yaygarayı basar. Sanki kendi unutması hakmış ve batıl bir şey değilmiş, kimseye zararı olmayan iyi bir şeymiş gibi... Dahası kendisinden başkasının söylediği asla hakikat olamayacak bir batıldan ve meymenetsiz bir kötülükten ibaretmiş gibi. ..
Görüldüğü üzere ne söylenirse söylensin, unutmanın tarafsızlığı olamaz. Aynı şekilde hatırlama ile ilgili de nötr (tarafsız) olma diye bir şey söz konusu olamaz. Unutan kişi unutmanın tarafını seçmiştir, hatırlayan kişi de hatırlamanın tarafını. Unutan kişinin başkalarını kendisi gibi nasıl unutmaya çağırdığına ve bir o kadar hatırlayan kişinin başkalarını kendisi gibi nasıl hatırlamaya çağırdığına bakabilirsin. Sonra unutan kişinin unuttuğu şey, kendi idrak kapasitesini geçmez. Aslında onun unutması, onun bu şeyin gerçekte var olmadığına taraf olmasıdır. Ne var ki bir şeyi idrak edememek, bu şeyin var olmamasını gerektirmez. Aynı şekilde başkasının unuttuğunu hatırlayanın hatırlaması, bu şeyin var olduğuna taraf olmasıdır. Eğer hatırlayan bunun var olduğunu düşünmeseydi, bu şeyi -az ya da çokhatırlamazdı. Her iki görüşün ötesinde insan, er ya da geç kendisinin mutluluğuna ya da mutsuzluğuna vesile olacak konularda nasıl tarafsız kalabilir ki? Gerçekten insanla ilgili az ya da çok ne varsa -o istese de istemese de- bu şey insanın değerler skalasında bir yer taşımak zorundadır.
İnsanı ilgilendiren meseleleri araştırırken, -sanki duygular kalpler üzerindeki kılıflarmış ve yargılar akıllar üzerindeki kabuklarmış gibi- gizli ve saklı duygu ve düşüncelerinden bütünüyle soyutlanarak tam bir tarafsızlık içinde olduklarını iddia edenlere şaşırmamak elde değildir. Bu itibarla elinizdeki kitapta dini ve taabbudi hayat alanı [ taabbud] ile siyaset ve kamu yönetimi alanı [tedbir] arasındaki bağlantıyı ya da daha bilindik ifade ile din ve siyaset ilişkisini ele alırken inançlarımızdan ve tercihlerimizden -hiçbir şekilde etkilenmeden- bunlardan tamamen sıyrıldığımızı iddia etmeyeceğiz. Zira ifade edildiği üzere böyle bir sıyrılma ve kopuş, -gerçekte aralarında zerrece bağlantı olmasa da- hem unutan hem de hatırlayan insan için imkansızdır. Zaten biz kaleme döktüğümüz ilk satırdan itibaren bize ait önermeleri açıkça ifade etmekten çekinmedik. Ne var ki, bu durum, başkalarının görüşlerini ele alırken bizim, dürüst ve saygılı bir şekilde bunları olabildiğince incelemediğimiz, objektif ve bilimsel şekilde tartışmadığımız anlamına gelmemektedir. Kaldı ki benimsediğimiz kabul ve önermelerimizin dürüst bir incelemeye ve kılı kırk yaran bir tartışmaya halel getirmeyeceğine olan inancımız da tamdır. Aslında bu yaklaşımımız tam tersine, asla açılmayacak olan kapıları aralayacaktır. Ayrıca söz konusu yaklaşımımız, tenkit ettiğimiz kişilerin değer ve itibarlarını, -bazıları bizi kendilerinin hasmı ve rakibi saysa dahi-, gözetmediğimiz anlamına gelmez. Ne var ki bütünüyle kurtulmak mümkün olmasa da biz, temel bir prensip olarak sadece batıl ve geçersiz olana karşı muhalefet edebiliriz. Biz kesinlikle düşmanlık ve husumeti sevmeyiz, fakat batıl ve geçersiz olan bizim için en fazla nefret edilesi şeydir. Buna mukabil tenkit ettiğimiz kişiler arasında bizi kendisine yakın ve taraftar görenler de olabilir. Ne var ki biz, rakibimizin elini güçlendirse bile sadece haktan yana tavır alırız. Kesinlikle desteklenmeyi severiz, fakat hak en fazla tercih ettiğimiz ve sevdiğimiz şeydir. Eğer ki bizim bu ya da şu kişilerin yazıp çizdiklerine büyük saygımız olmasaydı ve onların ifade ettiklerine son derece önem vermeseydik, bu kişilerin düşüncelerini ve tezlerini zaten ele almazdık.
Dolayısıyla biz başkalarının haklı oldukları hususları desteklemekte, yanlışa düştükleri konuları ise dile getirmekteyiz. Görüş ve düşüncelerimizi, -onların yanlış bulduğumuz görüş ve kanaatlerini tashih ederek- ortaya koyarken, asla doğruyu kendi tekelimize aldığımız aklımızın ucundan bile geçmemektedir. Tam tersine biz alternatifler getirip, muhtemel bakış açılarını ortaya koymakta ve kapalı birtakım hususlara açıklık getirmeye çalışmaktayız. Nihayetinde insan, hakkın ve doğrunun kendi görüşünde, batıl ve yanlışın başkasının görüşünde bulunduğuna inanarak kendi görüşünü donuklaştırmamalıdır. Hepimiz, taklidin boyunduruğundan kurtulmak ve yeni ufuklara açılmak suretiyle, Müslümanların, kendi birikimini yeniden ele alabilecekleri ve dirilişlerini sağlayacak metodolojik bir sistematiğe Allah'ın bizi eriştirmesini niyaz etmekteyiz.